Çalmanın Suçu Nedir? Tarih Boyunca Mülkiyet, Ahlak ve Toplumsal Düzenin Kesişimi
Bir tarihçi olarak geçmişi anlamaya çalışırken sık sık aynı soruya dönerim: “Suç dediğimiz şey, kimin gözünden suçtur?” Toplumlar, dönemlerine göre ahlaki ölçülerini yeniden inşa ederken, “çalmak” eylemi de her çağda farklı anlamlar kazanmıştır. Çalmanın suçu yalnızca kanunların değil, kültürlerin, inançların ve güç dengelerinin de yansımasıdır. Bugün “çalmak” dediğimiz eylem, tarih boyunca kimi zaman bir isyanın, kimi zaman bir çaresizliğin, kimi zaman da bir ahlaki çöküşün sembolü olmuştur.
İlk Toplumlarda Mülkiyet ve Çalma Kavramının Doğuşu
İnsanoğlunun göçebe dönemlerinden yerleşik hayata geçişi, çalmanın anlamını kökten değiştirdi. Mülkiyet kavramı ortaya çıkmadan önce “çalmak” fiilinin bir karşılığı yoktu; çünkü ortada “kişisel sahiplik” fikri bulunmuyordu. Ancak tarım devrimiyle birlikte toprak, üretim araçları ve hayvanlar özel mülkiyet haline geldi. Böylece çalmak, artık yalnızca bir davranış değil, toplumsal düzeni tehdit eden bir eylem olarak tanımlandı.
Eski Mezopotamya’da Hammurabi Kanunları, çalmanın cezasını en ağır biçimde belirlemişti. “Kim tanrılara veya saraya ait bir eşyayı çalarsa, öldürülür.” ifadesi, o dönemde hırsızlığın sadece bireye değil, devlete ve tanrılara karşı bir suç olarak görüldüğünü gösterir. Bu noktada çalmanın suçu, sadece ekonomik değil, kutsal bir anlam da taşır.
Orta Çağ’da Çalma: Günah, Açlık ve Sınıf Çatışması
Avrupa’nın Orta Çağ karanlığında çalmak, dini bir günah olarak değerlendiriliyordu. Kilise, “Yedinci Emir” olan “Çalmayacaksın” buyruğuyla Tanrı’nın düzenine karşı gelmenin ruhani bedelini vurguluyordu. Ancak aynı dönemde feodal sistemin baskısı altında ezilen köylüler, açlıktan çocuklarına ekmek çalmak zorunda kalıyorlardı.
Bu noktada tarihçi şu soruyu sormalıdır: Açlığın zorladığı bir hırsızlık, gerçekten suç mudur? 18. yüzyılda Fransa’da yaşanan ekmek isyanları ve İngiltere’de “çalıntı ekmek” davaları, yoksulluğun suçu nasıl doğurduğunun dramatik örnekleridir. Bu davalarda yargıçlar, çoğu zaman “adalet” yerine “düzenin korunması”nı gözetmişlerdir.
Modern Dönemde Çalma: Mülkiyetin Yeniden Tanımı
Sanayi Devrimi ile birlikte çalmak artık yalnızca fiziksel bir eylem değil, emeğin çalınması anlamına da gelmeye başladı. Karl Marx’ın deyimiyle, işçilerin ürettiklerinin değeri ile aldıkları ücret arasındaki fark, bir “ekonomik hırsızlık”tı. Bu düşünce, modern çağda mülkiyetin sorgulanmasına yol açtı:
“Bir sermayedar, emeği çaldığında suçlu sayılmazken, aç biri bir somun ekmek çaldığında neden suçlu olur?”
Bu çelişki, modern hukuk sistemlerinde hâlâ tartışılan bir meseledir. Dijital çağda ise çalma kavramı bir kez daha evrilmiştir. Artık “bilginin çalınması”, “fikri mülkiyet” ve “dijital korsanlık” gibi yeni suç biçimleri vardır.
Bugünün Dünyasında Çalmanın Ahlaki Boyutu
Günümüzde “çalmanın suçu” yalnızca yasalara değil, toplumsal vicdana da bağlıdır. Bir yolsuzluk olayında milyonlarca doların çalınması, çoğu zaman politik çıkarların arkasına saklanırken; bir gencin marketten süt çalması manşet olur. Bu, tarih boyunca süregelen güç eşitsizliğinin modern bir yansımasıdır.
Adaletin ölçüsü, kimin çaldığına göre değiştiğinde, toplumun vicdanı yara alır.
Bir tarihçi olarak şunu söylemek mümkündür: çalmanın suçu, yalnızca eylemin kendisinde değil, onu doğuran koşullarda saklıdır. Açlığın, adaletsizliğin ve eşitsizliğin hüküm sürdüğü bir dünyada, çalma eylemi bazen bir direnişin, bazen bir sistemin aynasıdır.
Sonuç: Tarih Boyunca Aynı Soru
Geçmişten bugüne değişmeyen bir soru vardır: “Çalmak neden suçtur?” Çünkü her dönemde egemen olanlar, düzenin devamı için mülkiyeti kutsal ilan etmişlerdir. Fakat tarih bize gösteriyor ki, adalet ile mülkiyet arasındaki çizgi, çoğu zaman güç sahiplerinin kalemiyle çizilmiştir.
Bugün bu çizgiye yeniden bakmak, yalnızca geçmişi anlamak değil, geleceği daha adil bir şekilde inşa etmenin de yoludur.